Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki:
Âdet-i ilahi şöyledir ki, İslamiyet’te bir emîr vardır, herkes ona itaate mecburdur. İslam devletlerinin başarısı bundan olmuştur. Tabii emîr de, krallık yapmamıştır, başucunda Şeyhülislam vardı. Allahü teâlânın dinine muhalif bir iş yapmamak için, önce ona sorardı. Kendi müşavere heyeti de vardı. Onlara danışıp istişare ederdi, sonra karar verince, artık o karardan dönüş olmazdı. Padişahın emrini uygulamanın dışında, başka bir maksatla emir veren yoktu. Başarmak, emîr olan o bir kişinin emirlerine uymakla mümkündür; çünkü muhatap odur. Himmet, yardım onun vasıtasıyla gelir. Ona itaat ve sevgi, başarıyı getirir. Allahü teâlâ, dinine hizmet etme yetkisini bir kişiye vermiş, aynı anda iki kişiye vermemiştir. O bir kişiye, itaat edenler, başarıya ulaşmışlardır.
Onun yetki verdiklerine de, itaat ve sevgi gerekir. Yetki verdiklerinin tek vazifesi vardır, o da sadece onu taklit etmek, onun yolunda gitmektir. Onların kendi akıllarıyla herhangi bir şey yapması, fiilen işi yıkmaktır. Eğer kendinden bir şey ilave ederse, o ilave ettiklerinin hepsi boştur, faydasızdır, hatta zararlıdır. Madem kendisi bir vekildir, aslına uymak zorundadır. Arada mesafenin oluşu, ayrı düşüncelerin, ayrı görüşlerin olmasını gerektirmez. Ancak o zaman yekvücut ve yek cihet olabilirler. Ancak o zaman yek kalb olabilirler. Müslümanlar, bir kalb olacak. Peygamber efendimiz, (Ümmetim bir vücut gibidir) buyuruyor. Bir vücutta iki kalb, sekiz göz, kırk kulak olmaz. O zaman o, vücut olmaz zaten. Herkesin kalbi, bir kalb olacak. Herkesin gözü aynı göz, kulağı da aynı kulak olacak. O zaman başarılı olunur.
İmam-ı a’zam hazretleri gibi, talebelerinin ihtiyaçlarını karşılamak için ticaretle uğraşan ve çok başarılı olan bir talebeye hocası, (Nasıl başarılı oluyorsun? Kimlerle yapıyorsun bu işleri?) diye sorar. Talebe de der ki: (Beni taklit edin) emrinize uyup sizi taklit ediyorum. Yeni bir usul ortaya koymadık. Bildirdiğiniz şekilde yapıyoruz. Bazen yeni durumlar çıkınca şaşırıyorum, size o anda arz etme imkânı da olmuyor. O zaman, siz olsaydınız ne yapardınız diye düşünüyor, ona göre hareket ediyorum. Bir yanlışlık yapmışsam düzelteyim diye de, o gün size arz edince, siz de, (Ben de olsaydım öyle yapardım) diyorsunuz. Kabiliyetli olanları değil, söz dinleyenleri, peki diyenleri, ihlâslı olanları seçip, onlarla işe başlıyor ve onlarla çalışıyorum.
Hocası talebeye tekrar sorar:
─ Vazife verdiğiniz kimselere karşı nasıl davranıyorsunuz?
─ Onlara kendimden daha fazla güveniyorum. Kendimden şüphelensem bile, onlardan şüphelenmiyorum; fakat kontrol, güvenmeye aykırı olmadığı için, kontrolü de elden bırakmıyorum. Onlara tam yetki ve serbestlik veriyorum. Onlar, duruma göre hareket edip, her gün bana bilgi veriyorlar.
─ İşte büyüklerimizin yolu da böyledir. Bu yolun esası taklittir. Ben de mübarek hocamı taklit ediyorum. Bir gün, (Beni dinleyen rahat eder; ama dinleyen yok; fakat sen dinlersin) buyurmuşlardı. Sizin, benim ve bütün hizmetlerin olmasının tek sebebi, mübarek hocamın bu iltifatına kavuşmamızdır. Başarılı olmak isteyen yardımcılarınız da aynı yolu takip ederse, aynı neticeye varacaktır. Başka hiçbir şeye lüzum yoktur. Yaptıkları bir işte, bir sıkıntı varsa, bir hataları var demektir. O da, ya size karşı bir hata etmiştir, söz dinlememiştir, bildiğini yapmıştır. Ya da dinimize uymamış, bir günah işlemiştir. Ben, hocamı taklit ediyorum, onun gibi olmaya çalışıyorum. Siz de beni taklit ediyorsunuz. Yardımcılarınızın da vazifesi sizi taklit edip, sizin gibi olmaya çalışmaktır. Yolun edebi ve başarının sırrı budur.
İşlerinizi, plan programınızı yazıya dökün. Bu insanları disipline eder. Bilgileri kaybolmaktan korur. İnsana daha iyi hedef gösterebilir. Bir de, his ve yorum aradan kalkar. His ve yorum felakettir. Hazret-i Ali, istek ve şikâyetleri hep yazılı istermiş, sözlü dinlemezmiş.
Öncelik sırası, hata işlememektir. Yanlış yapmamak birinci maddemizdir. Hiç kimse bize, daha iyisini yapmadın demez; ama niçin hata yaptınız der ve bu bizi çok sıkıntıya sokar. Büyüklerimizin kimliğini taşıyoruz, yani onları temsil ediyoruz. Onların güzel ahlakına uygun olarak, onların bildirdikleri şekilde hareket etmeliyiz. Bizim şahsi olarak yaptığımız bir hata, onlara gidebilir, bu da felaketimiz olabilir. İtibarımız, paramızdan daha kıymetlidir. Büyüklerimizin, dinimizin itibarını sarsacak şekilde, para ön plana alınırsa, o zaman felaket olur.
Her işimizde esas olan ihlâstır, yani her işi sadece Allah rızası için yapmaktır. İhlâs oldu mu, istemeden yapılan hata da güzel gözükür. Hep paradan puldan konuşulsa bile, bütün bunlar zikir olur; çünkü bunlar dinimize ve insanlara hizmet için yapılıyor, şahsi menfaat için yapılmıyor. Çok hatamız, kusurumuz olsa; ama niyetlerimiz halisse, Cenab-ı Hak bizi bu niyetimize bağışlar. Niyet ihlâs demektir. İhlâs ise sırf Allah için yapmak demektir. İşin başı budur.