Sual: Selefî olduğunu söyleyen bir genç, (Tasavvuf dini, İslamiyet’ten ayrı bir dindir. Evliya olarak millete anlatılan kimselerin hepsi, şeytanın evliyasıdır. Şeytanın evliyası olan bir tarikatçı, bir sofi, kâfir Firavun’un imanla öldüğünü söylüyor. Tasavvuf dinine mensup olan herkes kâfirdir) diyor. Bu Selefîler, hangi dine, hangi mezhebe mensuptur? Tarikatçılar, Firavun’a Müslüman mı diyorlar?
CEVAP
Bu suale bir seferde cevap verilirse çok uzar. Dört yazıyla cevap vermeye çalışalım.
Selefîlik, Vehhâbîlik dininin kamufle adıdır. Selefî denilen kimselerin, (Selef-i sâlihîn) denilen büyük zatlarla hiçbir alakası yoktur, hepsi Vehhâbî’dir. Selefîler, dört hak mezhepten birinde değildir, yani mezhepsiz kimselerdir. Vehhâbî dinine mensup olanların kâfir oldukları, Nimet-i İslam, Hülasat-ül-kelam fi beyani umerail beledil-haram, Firreddi alel-Vehhabiyye, Ed-Dürer-üs-seniyye, Şevahid-ül-hak, Mirat-ül-haremeyn, Tarih-i Vehhabiyan ve İslam Ahlakı gibi birçok muteber kitapta yazılıdır.
Farklı bir inanca sahip oldukları hâlde, kendilerine mezhepsiz denmesin diye, (Biz Muhammedîyiz) diyenler de, dört hak mezhebi kabul etmezler.
Şimdi suale dört başlık altında cevap verelim:
1- Dinde iş bölümü,
2- Tasavvuf nedir?
3- Vehhâbîlerin evliya düşmanlığı,
4- Firavun kâfir olarak ölmüştür.
1- Dinde iş bölümü:
Resulullah'ın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” irşad vazifesi, üç kısımdı: 1- Allahü teâlânın emir ve yasaklarını, güç ve kuvvet kullanarak yaptırmaktı. Buna saltanat denir. 2- Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını öğretmekti. 3- Kalbleri temizleyerek güzel ahlakı yaymaktı. Buna, ihsan dendi. Hulefa-i Raşidin, bu üç vazifeyi birlikte yaptı. Sonra gelen sultanlar, yalnız saltanat vazifesini yaptılar. Öğretmek vazifesi, mezhep imamlarına, ihsan vazifesi de tasavvuf büyüklerine verildi. (İzale-tül-hafa)
İmanı ve ahkâm-ı fıkhiyyeyi yani İslâmî hükümleri bildirme vazifesi, din imamlarına [müctehid zatlara] verildi. Bu müctehidlerden imanı bildirenlere mütekellim, fıkhı bildirenlere fakih denildi. Kur’an-ı azimüşşanın mânevî ahkâmına kavuşturma vazifesi de, tasavvuf büyüklerine verildi. Cüneyd-i Bağdâdî ve Sırri-yi Sekati gibi tasavvuf ehli zatlar bunlardandır. Ahkam-ı diniyyeyi kuvvet ile, saltanat ile yaptırmak işi, meliklere ve sultanlara verildi.
İmam-ı Şa’rânî hazretleri, buyuruyor ki: Fıkıh bilgilerinin mütehassısı ve fıkıh ilminin kurucusu olan İmam-ı a'zam Ebu Hanife, Abdülkadir-i Geylânî hazretleri gibi kerametlere sahip büyük bir veli idi. Fakat, kalb mârifetlerini yaymak, ruhları temizlemek vazifesini üzerine almayıp, bedenle yapılacak ibadetleri yani fıkıh bilgilerini yaymak vazifesini, üzerine almıştı. Yetiştirdiği müctehidler de böyleydi. (Mizan-ül kübra)
(Her yüz senede bir müceddid gelir) hadis-i şerifinde bildirildiği gibi, her yüz senede bir müceddid çıkıp, dini kuvvetlendirdi. Birinci yüzyılda, Ömer bin Abdülaziz, meliklerin zulümlerini kaldırıp, adaletin esaslarını kurdu. İkinci yüzyılda, İmam-ı Şâfiî, iman bilgilerini açıkladı ve fıkıh bilgilerini ayırdı. Üçüncü yüzyılda imam-ı Eş’arî, Ehl-i sünnet bilgilerini şekillendirdi ve bidat sahiplerini susturdu. Dördüncü asırda Hâkim, Beyhekî ve diğer muhaddisler, hadis ilminin temellerini kurdular. Beşinci asırda İmam-ı Gazâlî yeni bir çığır açıp, fıkıh, tasavvuf ve kelam bilgilerinin birbirlerinden ayrı şeyler olmadıklarını açıkladı. Altıncı asırda, İmam-ı Râzî, kelam bilgilerini, İmam-ı Nevevî de fıkıh bilgilerini yaydı. Onuncu asırda da İmam-ı Rabbânî hazretleri, bid’atleri temizledi, fıkıhla tasavvufu birleştirdi. Bunlar birer örnektir. Başka âlimler de bu vazifeleri yapmışlardır.
İmam-ı a’zam, imam-ı Ebu Yusuf ve imam-ı Muhammed de, Seyyid Abdülkadir Geylânî gibi büyük evliya zatlardı. Fakat âlimler kendi aralarında iş bölümü yapmışlardır. Yani her biri zamanında neyi bildirmek icap ettiyse onu bildirmişlerdir. İmam-ı a’zam zamanında fıkıh bilgisi unutuluyordu. Bunun için hep fıkıh üzerinde durdu. Tasavvuf hususunda pek konuşmadı. Yoksa Ebu Hanife nübüvvet ve vilayet yollarının kendisinde toplandığı, Cafer-i Sadık hazretlerinin huzurunda iki sene bulunup öyle feyz, nur ve varidat-ı ilahiyyeye kavuşmasını, (O iki sene olmasaydı, Numan helak olurdu!) sözüyle bildirdi. Silsile-i aliyyenin en büyük halkasından olan Cafer-i Sadık’tan tasavvufu alıp, (Evliyalık makamı)’nın en son derecesine kavuşmuştur. Çünkü İmam-ı a’zam Ebu Hanife, Peygamber efendimizin vârisidir. Hadis-i şerifte, (Âlimler peygamberlerin vârisleridir) buyuruldu. Vâris, her hususta veraset sahibi olduğundan, zâhirî ve bâtınî ilimlerde Peygamber efendimizin vârisi olmuş olur. O hâlde her iki ilimde de kemalde, yani zirvedeydi.
Vehhâbîler, sırf tasavvufu, yani evliyalığı, kerameti inkâr etmek için, (Ebu Hanife, “O iki sene olmasaydı, Numan helak olurdu!” sözünü söylemedi) diyorlar. Bununla ilgili, Din kitaplarındaki vesikaları da inkâr ediyorlar. Mesela Mektubat-ı Rabbânî’nin ikinci cilt 61. Mektubunda, İmam-ı a’zam hazretlerinin bu sözü bildiriliyor. Âriflerin ışığı, velilerin önderi, İslam’ın bekçisi, Müslümanların baş tacı, müctehid ve İslam âlimlerinin gözbebeği olan ikinci bin yılın müceddidi İmam-ı Rabbânî hazretleri gibi evliyanın en büyüklerinden olan bir zata değil de, Vehhâbî çömezlerine inanmak büyük ahmaklık olur.
2-Tasavvuf nedir?
İslâmî ilimlerin bir kolu olan tasavvuf, ahlâk ilmidir. Tasavvuf, kalbi kötü huylardan temizlemek ve iyi huylarla doldurmaktır. En mükemmel, en kıymetli tasavvuf kitabı, İmam-ı Rabbânî hazretlerinin Mektubat’ıdır. Bu kitapta, tasavvuf ilminin fıkıh ilminden ayrı olmadığı ispat edilmektedir. İmam-ı Süyuti hazretlerinin (Cem’ul cevami) kitabında, İbni Mesud Abdürrahman ibni Yezid’den, o da Hazret-i Cabir’den “radıyallahü anhüm” rivayet ederek bildirdiği hadis-i şerifte, (Ümmetimden Sıla isminde biri gelir. Onun şefaati ile, çok kimseler Cennete girer) buyuruldu. Burada sıla, birleştirici demektir. Tasavvufu, fıkıh bilgileriyle birleştirdiği için, bu isim İmam-ı Rabbânî hazretlerine verildi. Zamanın âlimleri, ona bu isimle hitap ettiler. Kendisi de, oğlu Muhammed Mâsum’a “kuddise sirruh” yazdığı bir mektupta, (Beni iki derya arasında sıla yapan Rabbime hamd ederim) demiştir.
İmam-ı Mâlik hazretleri buyurdu ki: Fıkıh öğrenmeyip, yalnız tasavvufla uğraşan dinden çıkar, zındık olur. Fıkıh öğrenip tasavvuftan haberi olmayan bid’at ehli yani sapık olur. Her ikisine kavuşan hakikate varır. (Merec-ül-bahreyn)
İmam-ı Ahmed bin Hanbel hazretleri, ilim ve ictihadda çok yüksek dereceye sahip olduğu hâlde, gerçek imana kavuşmak için Bişr-i Hafi ve Zünnun-i Mısrî hazretleri gibi tasavvuf ehli evliya zatların sohbetinde bulundu.
İmam-ı a'zam hazretleri de, ömrünün son yıllarında Cafer-i Sadık hazretlerinin sohbetinde bulunduktan sonra, (Bu iki yıl olmasaydı, Numan helak olurdu) yani (Gerçek imana kavuşamazdım) buyurmuştur.
Mezhepsizden veya Vehhâbî’den evliya olmaz. Çünkü dört mezhepten ayrılmak, İslamiyet'ten ayrılmak olur. Tasavvuf büyüklerinin hepsinin bir mezhebi vardı. Her biri, bir fıkıh âlimine bağlıydı. Mesela Cüneyd-i Bağdâdî, İmam-ı Süfyân-ı Sevrî’nin mezhebindeydi. Abdülkâdir-i Geylânî Hanbelî, Ebu Bekr-i Şiblî Mâlikî idi. İmam-ı Rabbânî ve Cerîrî Hanefî, Hâris-i Muhâsibî, Şâfiî idi "kaddesallahü teâlâ esrârehüm."
Bayezid-i Bistamî, Cüneyd-i Bağdâdî, Celaleddin-i Rumî ve Muhyiddin-i Arabî gibi evliya zatlar, diğer evliya zatlar gibi, bir mezhebe tâbi olmuşlardır.
Hazret-i Ömer vefat edince, oğlu Abdullah hazretleri, (İlmin onda dokuzu öldü) buyurdu. İşitenlerin buna şaşırdıklarını görünce de, (Fıkıh bilgilerini değil, Allah’ı tanımak ilmini söyledim) buyurdu. (Buhârî)
İmam-ı Gazâlî hazretlerinin tasavvufta mürşidi, Silsile-i aliyyenin büyüklerinden olan Ebu Ali Farmedi hazretleridir. Onun huzurunda kemale geldi. Zâhir ilimlerinde eşsiz âlim olduğu gibi, tasavvuf yani evliyalık ilimlerinde de mürşid oldu. Her iki ilimde, Peygamberimizin vârisi oldu. Nizamiye Üniversitesi’nde ders de verdi.
Muhammed Mâsum hazretleri buyuruyor ki:
Allahü teâlâyı tanımak iki türlüdür: 1- Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi tanımak, 2- Tasavvuf büyüklerinin tanımaları. Birinci şekildeki imanda nefs azgınlığından vazgeçmemiştir, iman hakiki değil, mecâzidir. Bu iman gidebilir. İkincisinde nefs de imana geldiği için, iman yok olmaktan korunmuştur. (Ya Rabbî, senden sonu küfür olmayan iman istiyorum) hadis-i şerifi ve Nisa sûresinin (Ey iman sahipleri, iman edin!) mealindeki 136. âyet-i kerimesi hakiki imanı bildirmektedir. Bu âyet, (Hakiki imana kavuşun!) mânâsındadır. (2/10)
Senaullah-i Dehlevi hazretleri buyuruyor ki:
Tasavvufta fena makamına kavuşan, muhakkak imanla ölür. Bekara sûresinin (Allahü teâlâ imanınızı zayi etmez) mealindeki 143. âyeti ve (Allahü teâlâ, kullarının imanlarını geri almaz. Fakat âlimleri yok ederek ilmi geri alır) hadis-i şerifi, hakiki imanın ve bâtın ilminin geri alınmayacağını göstermektedir. (İrşad-üt-talibin)
Abdülgani Nablusî hazretleri buyuruyor ki:
İlmi bâtından habersiz olanlar, tasavvuf kitaplarını okuyunca, âriflerin sözlerini küfür ve sapıklık sanıyorlar. Anlamadıkları mârifet bilgilerine inanmayıp tasavvuf büyüklerine dil uzatıyorlar. Bâtın bilgilerine inanmayan dinimizin sırlarına inanmamış olur. Böyle kimse bid’at ehli ve sapıktır. (Hadika)
Sapık ise de genelde, çok geçmeden küfre girer. Tasavvuf düşmanlarının kâfir olmaları bu yüzdendir.
İşte tasavvuf ilmi, yani bâtın ilmi bu kadar kıymetlidir. Bu ilme ilm-i ledün de denir. Ledün ilmi, Allahü teâlânın ihsanıyla kalbe ilham edilen, ilahi sırlara ait bilgilerdir. Görünüşte, akla ve nakle zıt gelebilir. İlm-i ledün sahibi olanlar, olaylardaki gizli sırları ve hikmetleri bilir.
Kehf sûresinde geçen bir olay bâtıni ilimden, ilm-i ledünden bahsetmektedir. Ubey ibni Ka’b hazretleri bildiriyor ki: Resulullah efendimiz, bu olayı anlattıktan sonra, (Musa aleyhisselam eğer sabretseydi, çok ibretli olaylarla karşılaşacaktı) buyurdu. (Buhârî)
Musa aleyhisselam gibi büyük bir peygamber bile, Allah’ın emriyle, evliyadan bir zattan bâtın ilmini öğrenmek için gidiyor. Gayba ait böyle ilimleri Allahü teâlâ, herkese bildirmiyor, ilm-i bâtın sahiplerine bildiriyor. Bâtın ilmini bilenler tasavvuf ehlidir. Tasavvuf ehli olmayan bu ilimden mahrumdur. Tasavvufu inkâr eden hiç kimse, evliya olamaz. Onun için Vehhâbîden evliya olmaz. (İnkâr eden mahrum kalır) sözü meşhurdur.
Kur’an-ı kerimden tasavvuf ilmine üç örnek verelim:
1- Hazret-i Süleyman, “Sebe Melikesinin tahtını bana kim getirebilir?” dedi. İlmi ledün [ilmi bâtın, yani tasavvuf] sahibi olan vezir Asaf bin Berhiya ise, “Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm” dedi ve bir anda getirdi. (Neml 38-40)
2- Hazret-i Meryem peygamber değildi. Yiyecekleri, kerametle hep yanında hazır olurdu. (Meryem 24)
3- Eshab-ı kehf, yiyip içmeden, bir zarara uğramadan asırlarca uyudular. (Kehf 17, 18)
Evliyanın kerameti âyetle ve hadisle sabitken Vehhâbîler inkâr etmekten çekinmiyorlar.
3- Vehhâbîlerin evliya düşmanlığı
Vehhâbîler, vahdet-i vücud sahibi evliya zatlara kâfir dedikleri gibi, vahdet-i şühud sahibi evliyaya da kâfir demekten çekinmezler. En çok düşman oldukları Muhyiddin-i Arabî hazretleridir.
Tefsir, hadis, fıkıh, tarih, ahlak ve tıb hakkında üç yüzden fazla eseri olan İmam-ı Süyutî hazretleri, Tenbih-ul-gabi kitabında İbni Arabi’nin büyüklüğünü vesikalarla ispat etmektedir.
Müfti-yüs-Sekaleyn yani cinlere de fetva veren Şeyhülislam Ebüssüud efendi, İbni Arabi’ye dil uzatılamaz diye fetva vermiştir.
Fıkıh, tefsir, hadis ve tasavvufta çok derin âlim olan Abdülganî Nablüsî hazretleri, İbni Arabi gibi büyük bir evliyaya dil uzatanın câhil ve gâfil olduğunu, bunların başında İbni Teymiyye’nin geldiğini bildirmektedir. (Hadîka)
Vehhâbîler, Mevlana Celaleddin-i Rumî, Bayezid-i Bistamî, Molla Câmî, Hallac-ı Mansur gibi evliya zatlara da düşmanlık yapıyorlar, sekr hâlinde söyledikleri sözlerinden dolayı onları tekfir ediyorlar. Hâlbuki sekr hâlinde söylenen sözlerden dolayı sorumlu olmazlar. Şuurlu sözlerinden sorumlu olurlar.
Vehhâbîler İbni Teymiyyecidir. İbni Teymiyye için Ehl-i sünnet âlimleri kâfir diyorlar. Şu linkte bilgi vardır:
İbni Teymiye
4- Firavun kâfir olarak ölmüştür
Ehl-i sünnet âlimleri, Firavun’un kâfir olarak öldüğünü bildiriyorlar. Günümüzdeki bazı cahil tarikatçıların, Firavun’un imanla öldüğünü söylemeleri, Vehhâbîlerin tasavvufa saldırmalarına sebep oluyor. Cahil tarikatçının suçunu, tasavvufa yüklemek, Müslümanın suçunu, İslamiyet’e yüklemek gibi yanlıştır. Hattâ Vehhâbîler, bu yanlış görüşleri kendileri çıkarıp, tasavvufu, Ehl-i sünneti suçlamaya çalışıyorlar. Hazret-i Mevlana’ya yaptıkları iftiralar az değildir.
Ruh, gargaraya gelince, yani âhiretteki yerini görmeye başlayınca, iman etmek fayda vermez. Daha önce iman etmesi gerekir. Bir âyet-i kerime meali:
(Ömrü kötülüklerle geçip de, hayattan ümit kesince, öleceği vakit, “Ben şimdi tevbe ettim” diyenlerin ve kâfir olarak ölenlerin tevbeleri makbul değildir.) [Nisa 18]
Firavun’la ilgili âyetlerden birkaçının meali:
(Firavun, denizde boğulurken, “İsrailoğulları’nın inandığından başka ilah olmadığına inandım, artık ben de Müslüman oldum” dedi. Ona, “Şimdi mi inandın, daha önce başkaldırmış ve bozgunculuk etmiştin” dendi.) [Yunus 90, 91]
(Bunların tutumu, Firavun ailesinin ve onlardan öncekilerin tutumu gibi ki, âyetlerimizi yalanladılar da, Allah, onları günahlarından dolayı yok etti. Allah’ın cezalandırması şiddetlidir.) [Âl-i İmran 11]
(Firavun, Kıyamet gününde milletine öncülük eder, onları Cehenneme götürür. Orası ne kötü yerdir.) [Hud 98]
(Onlar sabah akşam o ateşe sokulurlar. Kıyametin kopacağı gün de, Firavun ailesini azabın en çetinine sokun denilecektir.) [Mümin 46]
Ehl-i sünnet âlimleri, Firavun’un kâfir olarak öldüğünü bildirmişlerdir.
(Küfr-i inâdî), Ebu Cehl, Firavun, Nemrud ve Şeddad’ın küfrü gibi, dini, imanı bilerek, inanmamaktır. Bunlar cehennemliktir. (Miftah-ül-Cennet)
Peygamber efendimiz, Ebu Cehil’in kellesi getirilince, (Ey Allah’ın düşmanı, seni zelil eden Rabbime hamd olsun. Bu ümmetin Firavun’u da bu kişiydi) buyurdu. (İ. Ahmed)